Baybaşin'ler
[ 6/10/2002 - 15:43 ]  By Atin  anadolu@atin.org

Tarih 21 Temmuz 1995. PKK’nın (şimdiki KADEK) yayın organı MED TV’nin Rojev (Gündem) isimli programının konuğu Hüseyin Baybaşin, dünya çapında tanınmış bir uyuşturucu kaçakçısı.

Tarih 21 Temmuz 1995. PKK’nın (şimdiki KADEK) yayın organı MED TV’nin Rojev (Gündem) isimli programının konuğu Hüseyin Baybaşin, dünya çapında tanınmış bir uyuşturucu kaçakçısı.

1956 Lice doğumlu Hüseyin Baybaşin, birçok üyesi uyuşturucu ticareti yapan ve aynı zamanda terör örgütleri ve özellikle PKK ile bağlantılı olan Baybaşin ailesinin başı.

1976’da İstanbul’da 11 Kg. eroinle yakalanmış, daha sonra İngiltere’de 1984’de yine 6 kilo eroin ile yakalanıp 12 yıl hapse mahkum edilmiş.

Halen Hollanda’da, uyuşturucu kaçakçılığının yanı sıra cinayet ve adam kaçırma suçlarından dolayı ömür boyu hapse mahkum.

Hüseyin Baybaşin’in amcası 1944 Lice doğumlu Mehmet Şerif Baybaşin, 1965 Lice doğumlu Nedim Baybaşin ile birlikte 13 Haziran 1984’de 34 kilo eroinle Alman Polisince yakalanmış ve 13 yıl hapis cezasına mahkum edilmiştir. Nedim Baybaşin, Hüseyin’in diğer amcası Mehmet Emin Baybaşin’in oğludur.

Almanya’da yakalanan Mehmet Şerif Baybaşin, kendisini sorgulamak üzere Türkiye'den ekip geleceğini anlayınca, kendisinin Kürtlerin özgürlüğü için savaşan bir subay olduğunu, gelen ekiple Türkçe değil Kürtçe konuşacağını, bunun için tercüman istediğini söylemiş, Alman İnterpol’ü de bunu yazılı olarak Türkiye’ye bildirmişti.

Almanların cezası dolmadan serbest bırakarak sınırdışı ettikleri Mehmet Şerif Baybaşin, 1994 yılı sonunda bu kez uyuşturucu kaçakçılığı suçundan Avusturya'da yakalandı. Mahkeme sonucu M. Şerif Baybaşin 13 yıl, onunla birlikte yakalanan Mehmet Demirbilek 8 yıl, Hacı Beyazıt 4 yıl, İ.Akçay 3 yıl R.Yarız 3 yıl hapis cezasına çarptırıldılar.

Amca Baybaşin'lerMehmet Şerif, Avusturya'da 6 yıl cezaevinde yattıktan sonra, isteği üzerine, Ekim 2000’de Türkiye'ye iade edildi.

Diğer amca Lice 1942 doğumlu Mehmet Emin Baybaşin 1994 yılında, Lice yakınlarındaki Yağmurlu köyündeki bir eroin laboratuarı ile bağlantılı olarak 67 kilo eroin ile yakalanmıştı. İstanbul'da 1989 ve 1998 yılları arasında 6 kez uyuşturucu kaçakçılığından Narkotik Şube'ye girişi bulunan Mehmet Emin Baybaşin, Eylül 1998’de ruhsatsız 14'lü Browning tabanca ve 22 mermi ile yakandı.

Daha önce hakkında 4 ayrı uyuşturucu kaçakçılığı soruşturması yapılan ve yasadışı Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) Merkez Komitesi üyesi olduğu gerekçesiyle dava açılan 56 yaşındaki Mehmet Emin Baybaşin'in, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Ordusu (KUK) ile irtibatlı olduğu da bilinmekte.

Hollanda'da uluslararası uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı gerekçesiyle tutuklanıp, Almanya, İngiltere ve Türkiye'de peş peşe gerçekleştirilen operasyonlar sonucu tüm mal varlığına ve bankalardaki paralarına el konan Hüseyin Baybaşin ve ailesine Hollanda ve Türk polisinin ortak çalışması sonucu, darbe üzerine darbe indirildi.

Deniz yoluyla İtalya ve Hollanda'ya gönderilmek istenen Hüseyin Baybaşin'in amcasının oğlu Nizamettin Baybaşin'e ait 216 kilogram eroin ile 800 gram afyon sakızı 6 Mayıs 1998’de İstanbul’da ele geçirildi.

Mart 2001’de İstanbul’da 323 kilo eroin ele geçirildi. Eroinin 105 kilosunun Baybaşin ailesinden olan ve soyadını değiştiren Naif Yavuztürk'e, 218 kilosunun ise Van Bağımsız Milletvekili Mustafa Bayram'ın damadı ve Taksim Yakut Otel'in sahibi Cumhur Yakut'a ait olduğu belirlendi.

Baybaşin ailesini tanıtıcı bu kısa bilgilerden sonra tekrar MED TV’ye dönelim.

Baybaşin MED TV’deki 2 saate yakın süreli program sırasında, uyuşturucu kaçakçılığını Türk devletinin organize ve himaye ettiğini iddia ederek üst düzey devlet yetkililerine, resmi kuruluşlara ve çalışanlarına ağır hakaretlerde ve suçlamalarda bulundu.

MED TV’deki Baybaşin’li programlar daha sonra da devam etti. Bunların birinde Baybaşin, zamanın İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu ve Mehmet Ağar ile birlikte, bir yemekte çekilmiş fotoğrafını ve Süleyman Demirel’in iş yerinin açılışı ile ilgili olarak kendisine gönderdiği “Ben katılamıyorum Hüseyin kardeşim” mealindeki yazıyı da söylediklerine kanıt olarak gösterdi.

Daha sonra Türk gazeteleri gidip Hüseyin Baybaşin’le mülakat yaptılar. Ancak, gazeteler MED TV’nin yıkıcı propagandasına alet olmamak için bu mülakatların tamamını yayınlamadılar, sadece gerçekle örtüşen bazı bölümlerine kısaca yer verdiler. Keza konu Mesut Yılmaz tarafından TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu’na da aktarıldı.

Bu arada Hüseyin Baybaşin’in anlatımları kitap haline geldi. Kürt yazar Mahmut Baksi’nin kaleme aldığı "Teyre Baz ya da Bir Kürt İşadamı Hüseyin Baybaşin" adlı kitapta, Baybaşin uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para aklama gibi örgütlü suçlarla bağlantılı pek çok üst düzey yöneticiyi, bu arada Süleyman Demirel, Cavit Çağlar, Yahya Demirel ve Mehmet Ağar’ı şiddetli bir şekilde suçluyordu.

1999 sonlarında yayımlan kitabın 4 Ocak 2000 tarihinde toplatılmasına karar verildi. Kitapla ilgili hem DGM hem de Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı. Şubat 2002'de sonuçlanan yargılama neticesinde Peri Yayınları sahibi Ahmet Önal, "Devletin, cumhuriyetin, cumhurbaşkanının ve güvenlik kuvvetlerinin şahsiyetlerine hakaret, ırkçılık, kin ve düşmanlık yaymak.“ gibi suçlardan toplam 10 yıl 4 ay hapse mahkum oldu, cezalar "paraya çevrildi

Baybaşin’in muhtelif tarihlerdeki beyanatlarının büyük bir kısmı elimizde var. Ancak biz de, geniş bir bölümü “kara propaganda” niteliği taşıyan bu beyanatların tamamını yayınlamayı ve PKK’nın reklamını yapmayı düşünmüyoruz. PKK ile ilintili olmasa bile, para için insanlığı zehirleyen bir uyuşturucu kaçakçısının sözlerine ne kadar itibar edilir ki?

Bununla birlikte, yıllarca bu alandaki mücadele neticesinde elde ettiğimiz deneyimler, her nevi organize suçun arkasında bu tür karanlık ilişkiler bulunduğu gerçeğini doğruluyor. Göz yumulmaz ve resmi kişilerin işbirliği olmazsa, kaçakçı şuradan şuraya toplu iğne bile kaçıramaz.

Bu nedenle Baybaşin’in anlattığı somut ve bilgi ve deneyimlerimizle örtüşen bazı olaylara pasajlar halinde yer vermeyi düşündük.

Gelin bunlara, zaman zaman parantez açıp yorumlar ekleyerek bir göz atalım:

Baybaşin anlatıyor;

-Lice’nin nüfusu bellidir. Lice’de tarıma elverişli, ziraata, hayvancılığa elverişli hiç bir alan yoktur. Hiçbir endüstriyel iş alanı da yoktur. Bu insanların geçinmesi lazım, devletin bu insanlara sağladığı ekmek de yoktur. Devletin bu güne kadar böyle bir girişimi de olmamıştır. Düşüncesi de olmamıştır. Deprem yaşandığı zaman dünya devletlerinin, yani Hıristiyan diye itham ettiğimiz devletlerin yaptığı yardımların ...çok altında bir harcama yapıldı konutlar için. Deprem yaşamış bir Lice’nin hala kanalizasyonu bile yoktur. Ahşaptan yapılan konutları da yaktılar. Lice’de bunu yapan devletti. Liceli insanlar çoluk çocuklarının geçimi için ekmeklerini aramak durumunda kalmışlardır. Ne görmüşlerse, ne duymuşlarsa, ne bulmuşlarsa onu yapmışlardır. Ben çocukken hatırlarım, İran’a, Irak’a, Suriye’ye giderlerdi, oradan Türkiye’ye satılacak şeyler getirirlerdi. Türkiye’den de orada satılacak şeyleri götürürlerdi. At sırtında gidip, gelip insanların, yani kendi aile bireylerinin karınlarını doyurmakla uğraşırlardı. Tabii ki hudutları geçerken de oradaki yetkililere paylarını verirlerdi. Vermeden geçemezlerdi. Bazen işin daha uyanıklığına giderlerdi, nasılsa kazanacağım yüz lira, bunun bir kısmını verirsem bana ne kalır düşüncesiyle vermiyorlar, bölüşmüyorlardı. Onlarda öldürüyorlardı. Böyle bir yapı çerçevesinde büyüdüm ben Lice’de. En yüksek okul ortaokuldu, onu da okudum. Bugüne kadar Lice’den çıkan siyasetçiler de, zenginler de Lice’ye sahiplenmediler. Dolayısıyla Lice de kendi kendine debelendi. Bir Hikmet Çetin de Liceli. Bugüne kadar Lice’ye tek bir çivi çakmış bile değil. Liceli dört tane insan okutmuş bile değil. Belki Lice’ye bir iş sahası açmak zor olabilir ama üç-beş tane insanı okutabilirdi. Onu da yapmadı. Onun ötesinde bugün Toprak Holdingin sahipleri de Licelidir. Onlar da tek çivi çakmış değil. Bugün Türkiye’nin tekstil endüstrisi içinde Liceli çok vardır. Yani Lice’de dört kişi veya on kişi aile olarak uyuşturucu işinde olmamıştır. Biz para kazandıktan sonra Lice’de bir fabrika kurmayı kararlaştırdık. Bunu bitirdik. Lice’nin 10 kilometre dışında. Lice, Hazro ve Kulp insanının bütün insanının bütün işsizliğini giderebilecek bir kapasitede bir mermer fabrikasıydı. Fabrika dediğimiz zaman, dağdaki ocağından tutun, taşımasından, işlenmesine irsaliyeye kadar bayağı kapsamlıydı. Hala durur orda. Biz bu fabrikayı kurduktan sonra elektrik istedik, organize sanayi bölgesi olmadığı için, TRT televizyonunda konuşmamız olmuştu, bana “devletten ne istiyorsun” diye sorduklarında “yalnızca organize sanayi bölgesi kararı istiyoruz, başka bir şey istemiyoruz. ..Elektrik vermediler, kendimiz getirelim diye uğraştık, onunda iznini vermediler. Ondan sonra gittik 800 bin dolar karşılığında bir jeneratör aldık fabrikayı işletmek için. O jeneratörün çalışmaya başlamasından sonra, yanında karakol var, karakolun komutanı gitti panzerle taradı. Hem fabrikayı, hem jeneratörü. Yani kullanılamaz hale getirdi. Biz Ünal Erkan’a söyledik, “PKK yapmıştır” dedi. Biz dedik ki “kardeşim PKK’nın panzeri yok ki”. ..Sonra tetkik etti ve sonradan bize dedi ki “doğrudur, bunu kamuoyu duymazsın, o terbiyesiz komutan kontrgerilladır. Onunla baş edemiyorum...

-Ortaokulu bitirdikten sonra İstanbul’a gelmiştim. Bu 1972 yılına dayandı. 1973 yılında okul okuma ortamı aramıştım. O zamanlar, bu tabii sonradan bildiğim bu Turancılık, Türkeşcilik, Ülkücülük olayları vardı. İnsanları topluyorlardı. “okulu ne yapacaksınız, ticaret yapın” o zaman insanlara sigara sattırıyorlardı. Ben de orada yer aldım. O süreçte hiç haberim olmadan, bilgim olmadan beni alıp Sağmalcılar’a attılar. Bir uyuşturucu bulundurma olayından ki öyle bir adres de yoktu. Öyle başladı. Yani ben İstanbul’a okumaya geldikten sonra sigara kaçakçılığıyla tanıştım, ....sigarayı bizler satardık, sattırırdık, gümrükçüler içeriye getirirlerdi. O gümrükçüler de içerdi o sigarayı açıktan ve net olarak, yakalayan polisler de içiyordu, ceza veren hakim ve savcılar da içiyordu. Yakalananları ıslah etmekle görevli olan cezaevi yetkilileri de içiyorlardı. Biz de cezalandırılıyorduk, yani herkesin yaptığı suçun cezasını da biz çekiyorduk. Uyuşturucu olayı da onun bir gelişmişliği olarak...

-Diyarbakır’dan İstanbul’a okumak için gelmişsiniz iş arıyorsunuz. Karşınıza çıkan insanlar “Okuyup da ne yapacaksın? Vali olsan kaç para maaş alacaksın ki” diyorlar benim gibi yüzlercesine, binlercesine, “işte bu yol var, burada para var, kırk tane vali senin kazandığını kazanamaz” şeklinde ikna ediyorlar. Tabii gelişmemiş beyin, çocuk beyni, çocuk aklı, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemiyorsunuz. Bunu size söyleyen bir polis şefi, bir öğretmense, aklı başında kravatlı bir insansa inanıyorsunuz doğal olarak. Bizim de öyle oldu, öyle başladı.

-Ondan sonra alıp bizi kullandılar, adımızı kullandılar. Tabii sürekli olarak bizimle beraber iş yapan insanlar konuşuyorlar, nasıl düşündüğümü görüyorlar. Mesela bir zamanlar toplantılar oluyordu bu konularla ilgili, “İslami Cihad” adıyla bu işi yapmamız gerektiğini, dünyaya İslamiyet’i kabul ettirmemiz gerektiğini söylüyorlardı.

-Türkiye'de kumar oynatanlar, fuhuş işi yapanlar, hırsızlık yapanlar, uyuşturucu kaçıranlar gibi karakollara ilgili emniyet birimlerine şubelere rüşvet verirler, bu emniyet müdürlerine ve daha üst makamlara yansır. Benim verdiklerimin banka numaraları var. Verebilirim. Halen Emniyette üst düzeyde olan şahıslar var, getirtip konuştururum...

-Ben o zaman Şükrü Balcı’yla görüşüyordum. İstanbul Emniyet Müdürüydü. Narkotik Şube Müdürü, Müdür muavini ve ekipler amiriyle görüşüyordum. Onlar bana diyordu kiminle görüş, kiminle ne yap. Mesela o zaman bana emniyet yetkilileri gelir bir telefon numarası verirlerdi. Hollanda’dan, Almanya’dan onları ara “Ben Hüseyin Baybaşin’im” de, “Sizi yakarım, keserim, parayı verin” de derlerdi. Ben de yapıyordum.

-O askeri dönemde, Kadıköy Selamiçeşme’de Bal Mahmut’un kurduğu Colin’s klüpte oturmamız isteniyordu bizden. Zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı’nın talimatıyla orada oturmamız isteniyordu. Uyuşturucuyla ilgili olarak dönemin Narkotik Şube Müdürü Ahmet ile görüşmemiz isteniyordu. Bizimkiler onlardan, onların işleri de bizden gizli olsun isteniyordu. Emniyet Müdürleri yol gösterirlerdi, o gece nerede oturmamızın daha uygun olacağını, hangi bölgeye gitmememiz gerektiğini, hangi bölgeye taşınmamamız gerektiğini hep söylerlerdi.

-Sevkıyat işine biz karışmıyorduk kesinlikle. Yalnız, geldiği zaman indirilirken, o iyi mi kötü mü diye kesinlikle belirlerken, ya da Hollanda’ya 100 gidecek, İspanya’ya 200 gidecek, şuraya 50 gidecek. Bunları kim ayıracak, ona telefon aç, geliyor karşıla, bunları söylerlerdi, ama sevkıyata biz kesinlikle karışmıyorduk. Şimdi çok isimler var, halen görevde olan yetkililer var ve benim halen bu görevlilerle ilişkilerim var. Ben bunların halen verdikleri bilgilerle yaşayabiliyorum, verdikleri destekle rahat yaşayabiliyorum, en azından bir çok istediğim insana da yardımcı olabiliyorum. Bunlar halen Türkiye’de belirleyici...

-Geçmişte olumsuz çalışmalar içinde oldum. Para kazanmak için bunu yaptım. Yakalandım, İngiltere'de cezaevinde yattım. O İngiltere’de yattığım olay benim suçlu oldum bir olay değildi. Ama onun yüz bin katı suç işlemiştim ben hayatımda. Kendimi korumak gibi bir düşünce içinde değilim. O olayda gerçekten bir ilgim yoktu. Beni o olayda cezalandırmak istediler. Komplo yaptılar içeri düşürdüler. Çünkü tercümanlık yapan, şoförlük yapan insanlar hep askeriyeden gelme insanlardı. Adları var bende, halen yaşıyorlar. Askerlik okulundan mezun olmuş, bir süre subaylık yapmış, ondan sonra da ayrılmış. Mesela emniyetin belirli bir düzeyine kadar gelmiş, narkotik şube müdürlüğüne, amirliğine geldiği zaman ayrılmış, bu işi yapıyor, bunun yönetiminde yer alıyor, bu tür insanlardı benimle beraber olanlar
(Baybaşin İngiltere'de Necdet Yılmaz sahte ismiyle cezaevinde yatarken Türkiye'de bir askeri hastaneden çürük raporu alıp, askerlik şubesine gönderebiliyordu. Radikal -12 Kasım 1996, Gazete Pazar -26 Ocak 1997)

-Yüksekova’da askeri arabayla bir mal getirilmişti. Biz gittik bunun devrini görmeye. 1981’deydi bu ve o zaman askeri araba dışında bir arabanın uyuşturucu getirmesi mümkün değildi. Ocak ya da Şubat ayıydı. Tatvan, Bitlis, Muş üçgeninde malın bir askeri arabadan bir başkasına geçmesini görmeye gitmiştik. Çünkü onun plakası oraya kadar, görevi oraya kadar, diğerlerinin de bizim istediğimiz yere kadar gelmesi lazım. O devir süresinde benim Ford Consul bir arabam vardı. Dondu mu ne oldu, lambalar, dörtlü sinyaller, fren lambası hepsi birden bire yanıp sönüyor. Bunlar beni Amerikan ajanı sanıp ürkmeye başladılar. Ben anlatamıyorum, bilmiyorum da donmuş olduğunu, yanıp sönüyor. O zaman komutanlar, askerler, sivil giyimliler koşup yetiştiler kabloları söktüler. Bana hemen başka bir araba verdiler. Benim arabamı da sonra Muş’ ta bir yere bıraktılar, anahtarlarını da üstüne bıraktılar. Ve sonra telefonumu aradılar. “Araban şurada git al” oradaki hiçbiri benim adımı sormadı, bende adlarını sormazdım.

-İran’ın hududundan bunun İstanbul’a kadar oradaki idarecilerin, yöneticilerin izni olmadan gelmesi mümkün değil. Fiilen mümkün değil. Çünkü gerçekten etten bir duvar var orda. Bütün yollarda kontrol var. Bir silahı, bir kaseti bile geçiremezsiniz. Gidin bunu deneyin, cebinize koyun bir oyuncak silah, onu göstermeden gelebilecek misiniz? Kaldı ki tonlarca uyuşturucunun oradaki yöneticilerin izni ve desteği olmadan gelmesi mümkün değil. Huduttan geçmesi mümkün değil birincisi, ikinci huduttan İstanbul’a taşınması mümkün değil.

-Uyuşturucuların imal edildiği maddeler, malzemeler var; onların hepsi devlet lisansıyla getiriliyor. Pişiriliyor, kaynatılıyor filan. Mesela bir ton uyuşturucu için iki ton su isteniyor, üç, dört ton aseton isteniyor, eter isteniyor, tonlarca karbonat isteniyor. Bunları Türkiye’ye kimse gizlice getirmiyor ki!

-MHP Senatörü Bayram 146 kg. uyuşturucu ile Fransa'da yakalandı. Bu şahıs Manisa Milletvekili Sami Bilici’nin ortağı olduğunu söylemişti. Ayrıca benimle uyuşturucu işi yapan Milletvekilleri vardı.

-Benim aktif olduğum dönemde Askeri Yargıtay Başkanı olan İlhan Şenel paşayla benim yakın dostluğum, arkadaşlığım vardı. O arardı, günlük olarak bana rapor verirdi. Ankara’da ne olup bittiğini söylerdi. ...İstanbul’dan Ümit Bağbek diye isim verdi, bir şey olduğunda onunla konuş dedi.

-Ben İngiltere'den geldiğim zaman amcamı içeriye almışlardı ve müebbet hapis cezası vermişlerdi. Yaşlı ve hastaydı. 1989 yılıydı ve ben bu İlhan Şenel’e gittim 'Ne yaparsan yap, amcamı bana ver' dedim. Sağ olsun isteğimizi kırmadı. ...Tek tek memnun ettik; kimisine araba aldık, kimisine ev, kimisinin de sevgilisinin evini döşettik. Sonunda hiç itiraz hakkı kalmamış dosyayı tekrar ele aldılar ve amcamın 1991 başlarında serbest kalmasını sağladılar. Ben de İlhan Şenel’e Balıkesir Erdek'te, Soğukoluk beldesinde bulunan beş katlı evimi verdim. Benim adımdan karısının adına devroldu. İnanmayan varsa gider tapu kayıtlarına bakar.
(İlhan Şenel, ünlü Lockheed rüşvet yolsuzluğu soruşturması sırasında Genelkurmay Askeri Savcısıydı. Soruşturma neticesinde, kovuşturmaya yer olmadığına karar verdi. Savcı Doğan Öz’ün öldürülmesi olayında İbrahim Çiftçi’nin beraatini sağlayan Askeri Yargıtay kararında da İlhan Şenel’in imzası vardı. - Atin)

-Kenan Evren Genelkurmay Başkanlığı sırasında amcama misafir olmuş, evinde yemek yemiş. Turgut Sunalp kendisine silah hediye ediyor. Mesela 7. Kolordu Komutanıyla muhatap olur benim amcam Mehmet Şerif Baybaşin. O dönemde emniyet müdürüyle görüşürdü. ...Demek istediğim amcam o insanlarla bütünken saygın bir aşiret reisidir, köy ağasıdır, beyefendidir, ama ...

-Bir keresinde Ümit Bağbek telefon açıyor İlhan Paşa’ya -saygı duyduğum birisidir, kendisinin de o sistem içinde yapabileceği fazla bir şey yok.- ve diyor ki “Hüseyin’e söyle ya İstanbul’dan çıksın, ya da kaldığı yerde kendisini çok iyi korusun.”

-Bundan birkaç gün sonra Diyarbakırlılar Gecesi’nden sonra ben saldırıya uğruyorum. İki defa fiili saldırıya maruz kaldım. İlkinde Çakıl Gazinosunda düzenlenen Diyarbakır Yardımlaşma ve Dayanışma Gecesi sonrasında saldırıya uğradım. Arabanın kurşun geçirmez olduğunu bilmiyorlardı. Bundan dolayı kurtuldum Bu saldırıda karşılık vermemiz nedeniyle 3 polis yaralandı. Üç insan yaralanıyor ve ertesi gün öğreniyoruz ki üçü de polismiş. Terörle Mücadele Şubesinde polis memuruymuş. Diğerinde ise önceden saldırı olacağını haber aldık. Başaramadılar. Sene 1991 olması gerek. Bunu çıkarabilirim, çünkü biz gece düzenlemiştik. Mehmet Ağar başta olmak üzere bir dizi üst düzey devlet yetkilisi o gece bizim konuğumuzdur. Mehmet Ağar Diyarbakırlı değil, bizim ilişkilerimizden dolayı konuğumuz olmuştur. Ümit Bağbek nereden biliyordu kendimi korumam gerektiğini, öldürüleceğimi? Bir diğer grup benim ölmemi istiyor, bunlar da benim yaşamamı istiyorlar. İlişkiler burada çarpışıyor
(Hem davete katılıp, hem de davet sahibine pusu kurmak tam Ağar’a yakışır bir tarz - Atin).

-O görüşmeler bir şey sağlamıyor, ben o zaman telefonlara maruz kalıyorum. Telefon açıyor birileri, küfrediyor, “Seni yaşatmayız, öldürürüz, burası Türkiye’dir, burada biz ne dersek o yapılır” filan. Ben gidip şikayet ediyorum. ...En son bir yarar sağlayamadık. ....Mustafa Akyüz olması lazım, benim emniyetten tanıdığım bir insan var. Yardım istedim. Bununla beraber postahaneden bir insanla görüştük. Ataköy Postahanesi’nde santralci bir arkadaş, bana bir kod numarası verdi. O Mustafa Akyüz de Diyarbakır’da kaldığında bizim aileden destek görmüş bir insan. İstanbul’da o zaman polislerin saldırıya uğraması söz konusuydu. Bazen ona destek veriyorduk. Bizi tanıyor, bizim görüşlerimizi de paylaşıyor, insan olarak. Olamayacağını da iyi biliyor içinde yaşadığı için. Bazı şeylere biz gitmiyoruz, mesela bilmem ne toplantısı oluyor, biz ne olup bittiğini biliyoruz; bizi ilgilendiren bölümü anlatılıyor, onu biliyoruz. Postahanedeki arkadaş kod numarası verdi. Onun da adı Mustafa olması lazım hatırladığım kadarıyla; ya Tekirdağlı, ya Kırklarelili, Ülkü Ocakları Başkanlığı yapmış. ... Bana telefon geldiği zaman önce kodluyorum, ondan sonra açıyorum. Birisi Marmara Ereğlisi Belediye Başkanlığı, tespit ettik. Bir diğeri ülkücü diye geçinen bir serserinin kaldığı fahişenin evi; Adapazarı’nda, soyu Kambur, bir vatandaşın mobil telefonu; Kadıköy’de bir emniyet müdürünün nenesi oturuyor, onun telefonunu tespit ettik. Buralardan aranıyoruz. Bu numaraları postahanedeki o arkadaş bize verdi. Aslında biz bilinçsiz davrandık, onları tek tek gidip almalıydık, o evi kontrol etmeliydik; yapabilirdik. Önce yapmadık, bunları aradık, dedik ki “Böyle böyle sizin evinizden biz arandık, böyle tehditler geldi bize. “Üçüncü günü, bu emniyet müdürü arkadaşı, o postahanedeki arkadaş aramış, hemen görüşmemiz lazım diye. Bu vatandaş da beni bir iş adamı olarak tanıyor, bu tür olayları filan bilmiyor. “Benim size verdiğim kod PKK’nın telefonunda kullanılmış. Bunu nasıl yaptınız?” diye adam bağırıyor, yırtınıyor. ... Bu adam ondan sonra bize yardımcı olmadı.

-En son Mustafa Bey dediğim Emniyet Müdürü arkadaş, gece nöbetçi müdür, güvenlik nedeniyle kendi arabasıyla dolaşmak istemiyor, benim arabamla dolaşıyor. Beni evime bırakıp, daha sonra arabamla gece görevlerini yapacaklar. Florya’daki evimin karşısında inşaat var, çıkış yok. Orda çıkış olmadığını dört beş gün önce orayı kontrol etmiş olanlar bilir ancak, herkes bilmez. Kapının önünde durduk. İnerken beyaz bir Renault içinde üç kişi gördüm. Mustafa Bey de indi, elinde telsiz var. Herhalde Müdür olduğunu da tanıdılar, bildiler. Şaşırdılar onlar tabii. Aslında onlar bize silah sıkacaklardı. “Müdürüm biz geçecektik, sizi görünce bir emriniz var mı diye durduk” dediler. O da “yok yavrum, sağ olun, buyurun geçin” dedi. Derken onlar geri dönmeye başladılar, çok dar bir sokak. O zaman Mustafa Bey’e “Burada geçiş yok ki, inşaat nedeniyle kapalı” dedim. O zaman durakladı, “Niye geçiyorduk dediler o zaman” diye sordu. O gece göreve gitmedi, gitti kimlerle görüştü bilmiyorum, sonra bana “Daha dikkatli davran, çok ciddi bir sorunla karşı karşıyayız, buralarda pek görünme” dedi.

-Benim yaptığım kötü işlerin 100 bin katını Mehmet AĞAR yaptı. Kendisi ile çalışmak istemediğim için hedef oldum. Ağar’ı 1976'dan beri tanırım. Bakın, Mehmet Ağar'ın babası polis emeklisidir. Dayısı Yalçın'ın hiçbir serveti yoktu. Şimdi ise araştırılsın Mehmet Ağar ve ailesinin serveti nereden geliyor? Mehmet Ağar, bütün servetini açıklasın. Kardeşi Yunus Ağar, Mehmet Ağar'ın dayısı Yalçın Akçadağ petrol ticareti yapıyor. Kaçak petrol ticareti görünümünde ancak uyuşturucu kaçakçılığına karışıyorlar. Marina açıklarına demir atan bu gemileri kimse arayamazdı, çünkü kime ait olduğunu biliyorlardı. Gemilere mal yükleme işlemi genellikle Lübnan çıkışında gerçekleşiyordu. Gemiye çuvallarla doldurulurdu. Çuvalların üzerinde Arapça yazı yazardı, ancak biz bunun esrar mı eroin mi olduğunu bilirdik. Polis de orada geminin olduğu yeri kesecek şekilde nöbet bekliyordu ve gemiye yaklaşan olmamasına dikkat ediyordu. Buna defalarca şahit oldum. Süleyman Başgör de oradaydı, o dönemde Emniyet Müdürlüğü yapıyordu, defalarca benim gördüklerimi o da gördü.

-1983 -1984'te Mehmet Ağar'a bizzat kendim elden rüşvet verdim. Her seferinde arabalar gelirdi, payları alırlardı. Kardeşi Yunus'u tanıyorum. Dayısının oğlunu tanıyorum. Bunları belgelemek için 10 tane şahit getiririm.

-Bana kimlik veren bizzat Mehmet Ağar'ın kendisidir. Benim elime kaç kez Mehmet Ağar'ın kendisi verdi pasaportu, ...ama benim size anlattığım dönemlerde 1983'lerde İstanbul'da en üst Şükrü Balcı'ydı. Balcı, Ağar'a söylerdi, o da bize getirirdi. Bir dönemde İstanbul'da yakalanmıştım. Yakalanmıştım derken Harika Avcı'nın evinde kardeşine silah sıkılmıştı. Onun erkek kardeşi ayağından yaralanmıştı. Sözde sıkan Diyarbakırlıymış. Hüseyin bunu bilmelidir, Hüseyin bunun hesabını vermelidir diye gelip beni almışlar. Halbuki Ağar İstanbul Emniyet Müdürü. Onunla anlaşmamız var. Benimle ilgili bir şey olursa Ağar önce benimle konuşacak. Ondan sonra ben ne yapılması gerektiğini ondan dinleyeceğim. Bir olay olduğu zaman da bana çağrı cihazını vermiş. Özel çağrı cihazı. Onunla haber edeceğim.
(Mehmet Ağar’ın uyuşturucu tacirleri ile ilişkisi iddiası yeni bir konu değildir. 16. 5 ağustos 1985 tarihinde Milano’da Bülent Gökben, Mehmet Serdar Alpan, Fikri Pahparoğlu, Fahrettin Özdemir isimli şahıslar 10 kilo 230 gram eroinle yakalanmışlardır. İtalya Polisi, yakalananların üzerinde bulunan telefon numaraları meyanında İstanbul….ve …..telefonlarını vermişlerdir. Emniyet Kaçakçılık Daire Başkanlığı, bu telefonların nerelere ait olduğunu İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden sormuş, İstanbul Emniyet Müdürlüğü ise genel bir cevap ile olayı geçiştirmiştir. Esasında her iki telefon da İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Mehmet Ağar’ın makam telefonlarıdır. (Sirkeci ve Gayrettepe’deki). Mehmet Ağar’ı bu telefonlardan arayanlardan bir diğer şahıs ise Londra…. nolu telefonda bulunan Halil Peril’dir. Kulüpçülük ve uyuşturucu kaçakçılığı yapan Halil Peril, Kıbrıs’ta Con Aziz adıyla bilinen yeraltı dünyasına mensup Aziz Mehmet Kent’in adamıdır ve Of’lu Osman (Osman Cevahiroğlu) ile irtibatlıdır. - 1987 tarihli (MİT Raporu) Banker Bako Olayı, Polis İçindeki Çekişme ve Yeraltı - Polis - Kamu Görevlileri İlişkileri isimli rapordan - Atin)

-Nedim Özer (Yüksel), Mehmet Ağar, Hulusi Sayın ve ben Florya'da Beyti'de yemek yedik. Daha sonra Hulusi Sayın öldürüldü. Korumaları 2 saatliğine izinliymiş.

-Süleyman Başgör’ü çok iyi tanırım. Fransa’ya gidiyor bu adam, çocuğu orda hasta, biz yardım ediyoruz kendisine. O da Klüp 12’ye çağırıyor. Ona da aynı şeyleri söyledim. Dedi ki Süleyman’ın kendisi bana, viski içiyoruz, sabaha karşı, oranın sahibi de var, bir başka arkadaş da var bizimle oturuyor: “Sen niye bizden uzak duruyorsun? Halbuki sen aşiret reisisin.” Bu aşiret reisi olayını da onlar çıkarmış. Benim kimliğimi bilen insan o “baba” kelimesinden tiksindiğimi bilir, onun için ya aşiret reisi diyorlar... “Sen farklı bir insansın –isimler sayarak- seni severiz, bunlara benzemiyorsun. Bizimle görüş, çalış işbirliği yap. Zor durumda kalmanı istemiyoruz” diyor. Halbuki ona talimat vermişler; göremiyor, düşünemiyor. İsim sayıyor; “Tek tek bunları getireceğim, entari giydireceğim, işkence yapacağım” diyor. “Niye” diye soruyorum. “İşte meşhur olmuşlar ya” diyor. ....

-Süleyman Başgör cinayet masası müdürüydü o zaman. Sonunda anlaşamıyoruz., bana “Sana söylüyorum, çok kısa zamanda Osman Ayanoğlu öldürülecek” diyor. “Osman Ayanoğlu’nu Kürşat Yılmaz öldürecek” diyor. Aynı kelimesi bu Süleyman Başgör’ün ve “ihalesi sana kalacak diyor. Ben Kürşat Yılmaz’ı tanımıyorum. Oranın sahibesi, bir de benim arkadaşım tanık.

-Sepetçiler Kasrı’nda basın toplantısı vardı. İsmet Sezgin’le (Zamanın İçişleri Bakanı) beraberdik. Orda ve havaalanına beraber gittik, biz uğurladık İsmet Sezgin’i. O zaman Kozakçıoğlu’nun korumalarıyla da biz sohbet ettik. Onlar da biliyorlardı bana yapılan pislikleri; herkes biliyordu yani. Biz bunları Necdet Menzir’e, Hayrettin Kozakçıoğlu’na ve İsmet Sezgin’e anlattıktan sonra, “Süleyman Başgör böyle diyor, Fuat Bolat böyle yapıyor” diye tek tek anlattığımız halde yine Osman Ayanoğlu öldürüldü, olayın faili orda yakalandı, üç-dört gün sonra bu Kürşat Yılmaz’ın adı çıktı olayın ardından. Bütün bunlara rağmen üç-dört gün sonra Sarı Celal denilen adam dört tane gazeteciyi çağırıyor –bunlardan biri benimle görüştü, o bize söyledi- onlara “Hüseyin Baybaşin öldürttü diye yazın” diyor. Gazeteci “Biz de yazdık” diyor, onun açıklamasına dayanarak yazmışlar. ...

-Uğur Mumcu ile bir telefon görüşmemiz olmuştu. Bu olayları araştırıyordu, ben de kendisine isimler saymıştım. Yardımcı olmamı istemişti, ben de olacağımı söylemiştim. Öldürülmesinden kısa bir süre önce, 15-20 gün önce. O zaman olayın sıcaklığı da vardı, sizlerle konuştuklarımın bir özetini anlattım. Özellikle Tuğrul Türkeş’le görüşmelerimi sordu. Söyledim. Azerbeycan’da neler gördüm, nelerle karşılaştım. Bunları anlattım. “Ben oraya gidersem bunları görebilir miyim?” dedi. “Görebilirsin. Benim gördüğümü sen de görürsün. Gösteririm, bunu sağlarım” demiştim.

-Şevket Çubuk, o Lucky-S denen geminin sahibidir. Ayrıca orda yakalanan kaptanda babasıdır. Onlar petrol kaçakçılığı yaparlardı ve Şevket’in yapmamak gibi bir şansı da yoktu, yapacaksın diyorlardı. O da yapıyordu. Mehmet Ağar da bunları çok iyi biliyor. Kendisinin bildiğini de çok iyi biliyorum. Ayrıca Mehmet Ağar’ın dayısının mı, halasının mı oğlu var, Yalçın Akçadağ herhalde. O da ortaktı belli süre. ...Bu parayı piyasaya sürdüklerini biliyorum (Sahte para konusu). Bana nasıl süreriz diye sormuşlardı. Yüzde 30’a teklif etmişlerdi. 1991’in sonları, 92’nin ilk ayları filan. Ondan sonra yakalandılar, ama yalnızca Şevket Çubuk yargılandı. Herkes biliyordu bunu. Para kazandıracak her şeyi yapıyorlardı yani. Azerbeycan’da benim olduğum dönemde, o zamanın İçişleri Bakanı’na bağlı olarak ellerinde kocaman silahlarla haraç alıyorlardı. (Kaçak petrol konusunda) Çubuk’u kullanıyorlardı. Murat Kalkavan vardı, Ayanoğlu’nun gemileri hep yapardı.

-Lucky-S gemisine mal yükleyen Şehmus Daş'tı... Malı alıp yükledi. Şehmus Daş'ı ve Osman Ayanoğlu'nu faaliyeti bildikleri için öldürdüler...

-Beni suçlayan insanlar, bana yaptıkları suçlamaların bin kat daha ilerisinde iş yapıyorlar, her gün yapıyorlar.

-Uyuşturucu kaçakçılığıyla Türkiye’nin bir çok yerinde yatırım yaptılar. Yahya Demirel Kıbrıs’ta banka kurdu diyoruz, bar bar da bağırıyoruz, kimsenin umurunda değil. Türkiye’nin en büyük aileleri bugün uyuşturucu kaçakçılığında yer almışlardır, yöneten büyükleri yer almıştır.

-Yahya Demirel hala kokain içmeden yaşayamaz. Gidin, görün. Bir kere Türkiye’de kokain bulmak için bir kokainciyle işbirliği içinde olması lazım. Ayrıca bu adam Kıbrıs’ta bir banka kuruyor. Bu adamın bu parayı nereden getirdiğini sormaları gerekir, sormuyorlar çünkü biliyorlar nereden getirdiğini. ..Behçet’in yazıhanesinde oturuyordu hep. Bankayı kurmak için aktarılan, transfer edilen para uyuşturucu parasıdır.

-Cavit Çağlar'ın yaptığı kaçakçılık ve yasak iş benden fazla. Fakat O Bursalı ... Ona bir şey olmuyor.

-Behçet CANTÜRK akrabamdı. Behçet Cantürk'ün bürosuna eski İstanbul Narkotik Şube Müdürü, yeni İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Mestan Şener, Yahya Demirel'e verilmek üzere 200 gr. kokain göndermişti. Yahya Demirel de bürodaydı.

-Behçet Cantürk’ü de öldürdüğüm iddiası gazetelerde, televizyonlarda manşet oldu. Onu söyledikleri zaman benimle Behçet’in ailesini birbirlerine düşüreceklerdi. Plan buydu ama tutmadı.

-Telefonum dinleniyordu. Sonra da bunların bir kopyası bana geliyordu. İlişkilerim vardı.

-Alaattin Çakıcı ile şahsi tanışıklığım yok. Çok önce bir kere 2. Şube nezaretinde karşılaştık. Mehmet Ağar şube müdürüydü. Metin Ömeroğlu da müdür muaviniydi. Beni neden götürmüşlerdi bilemiyorum. Çakıcı’yla birlikte başkaları da vardı. O gece polisler geldi esrarlı sigara sardı, o da içti. Bir keresinde de bir yerde yemek yiyoruz, almışlar çalgıcıları saçma sapan müzik çaldırıyorlar. Alaattin Çakıcı, Enis Karaduman, bir de Uğur Kılıç. Kızdık tabii. Terbiyesizce yaşamalarını her tarafa sokmamalarını söyledim. İkisi de bir cevap vermedi, bir tek kızcağız dedi ki “Burada bir bayan oturuyor.” Bir keresinde de bir polis memuru onun adını kullanarak bazı tehditlerde bulunmuştu. O da Atilla Ardalı’nın yazıhanesinde, onun önünde, kendisinin bir alakası olmadığını söyledi. Atilla Ardalı, Hamdi Ardalı’nın (Eski İstanbul Emniyet Müdürü) oğlu, Avukat.

-Benim PKK’ya yakınlığımın ötesinde ben PKK’dan tiksinirim. PKK nedir diye, Türkiye’den çıktıktan sonra tanımaya çalıştım üç senedir. İnsanlarıyla yetkilileriyle görüştüm, kitaplarını okudum, onların kongre kararlarını okudum ve ben o anlayışı kesinlikle reddediyorum. Ben öyle bir yaşam tarzını yaşayamam, Öyle bir sistemde yaşayamam. Ben onların dayattığı bir düzende yaşamak istemiyorum, yaşamayacağım da.



Evet bunları söylüyor Hüseyin Baybaşin televizyon ve gazetelere verdiği beyanatlarında. Ve son olarak da PKK ile bir irtibatı yokmuş gibi “PKK’dan tiksinirim” diyebiliyor. Halbuki PKK’nın yayın organı MED TV’ye büyük ölçüde finansmanı sağlayan kişi olduğu gibi, PKK üst düzey yöneticileri ve Abdullah Öcalan ile bire bir temas kurabilecek kadar yakın ilişkiler içinde olduğu biliniyor. PKK’nın Rusya’daki temsilcisi ile samimi. İsviçre’de yaşayan ve Kürt faaliyetlerinde önemli bir isim olan Zerruh Vakıfahmetoğlu ve arkadaşları ile toplantılar düzenliyor. İngiltere’de İngiliz vatandaşı bazı kişilerle yakın irtibatı var.

Yazının başında Baybaşin ailesinden soyadını değiştiren Naif Yavuztürk’ün, Mart 2001’de 105 kilo eroininin yakalandığını belirtmiştik.

Yazımızı bitirirken, Hüseyin Baybaşin’in bir yakını ile özel konuşmasına yer vererek, onun vatandaşlığını taşıdığı Türkler ve soyadını değiştirerek Yavuztürk yapan akrabası Naif için ne düşündüğüne bir bakalım (Not: Baybaşin’in konuşması sansürlenmeden olduğu gibi verilmiştir.);

“Allah bizim akrabamızdır, sağ olsun sahip çıkıyor her yönüyle çıkıyor Allah’a şükür.

Sen teslim olduğun zaman esirsin, esir hayati yaşamayı kabul edeceksin, savaştığın sürece de hep üsttesin.

Ulan desenize Kürt olduğumuz içindir, Türklerin anasını avradını eşek siksin dediğimiz içindir. Desenize Türklerin o pis köpek resimlerini boynumuza asmadığımız içindir, desenize. Niye benden dolayı olsun?

Kardeşim simdi Kürt olmanın bir özelliği var. Kürt olmanın verdiği özelliğin sıkıntıları var. Onu niye kabul etmiyorsunuz ya? Niye bu Türk pezevenklerini yok etmek için bir adım atmıyorsunuz yani niye? Onu yapmadığınız sürece esir değil misiniz, dünya sizin olsa ne boka yarar yani.

Yani bu kavatlara niye böyle demiyorsun? Niye onun durumunun da bundan olduğunu söylemiyorsun? Benden dolayıymış niye benden dolayı?

Ben mi onu doğurdum Kürt olarak? Kavata ben mi dedim git soyadını değiştir Türklere yakın olmak için?

Boyun eğmek esirliği kabul etmek demek olmuyor mu? Şerefsiz herif. Adam da bir kan olur. Adam gibi olur. İki-üç tane kişi bir ailede kendini siktirmişse bir şey olmaz mı demek istiyorsun bana?

Ha kendini o Türklere siktirmiş ha soyadını Yavuztürk yaptırmış ne fark eder. Onun kişiliği belli oluyor burada, yani tabii ki çıkar ortaya.

Sen öldürdüğün sürece yaşarsın, sen öldürmediğin zaman onlar seni öldürürler. Ben de analarını sikeceğim, öldüreceğim yaşamak için her gün, öldüreceğim pezevenkleri.

O fahişe Türk milletini topraklarımızdan kovmak için insan yetiştiriyoruz insan, hayvan değil insan. Onlar insan olamadı hayvan oldular. Ülkemizi kurtaracağız o kahpelerden.”


Ne diyor acaba şimdi onunla işbirliği yapıp, ondan rüşvet alanlar...?

Evet, gazete haberlerine göre Hollanda hapishanelerinde bunalan Hüseyin Baybaşin de Türkiye’ye dönmeyi arzu ediyormuş.


Neden acaba...?