MİT Mercedes'i Takip Etmiyordu
[ 17/10/2002 - 00:03 ]  By Atin  anadolu@atin.org

Gazetelerde yer aldı. Susurluk hakimi Sedat Karagül, kendine intikal eden ve Susurluk dosyasına giren bilgilerden hareketle “Çatlı’nın arabasını MİT takip ediyordu” demiş.

Gazetelerde yer aldı. Susurluk hakimi Sedat Karagül, kendine intikal eden ve Susurluk dosyasına giren bilgilerden hareketle “Çatlı’nın arabasını MİT takip ediyordu” demiş.

Sayın hakimin bu varsayıma nasıl vardığını bilmiyorum. Ancak ben o tarihte sorumlu bir insan olarak bunun doğru olmadığını söylüyorum.

Bilindiği gibi Abdullah Çatlı’nın da içinde olduğu ve Hüseyin Kocadağ’ın şoförlüğünü yaptığı 06 AC 600 plakalı Mercedes otomobil, 03 Kasım 1996 tarihinde, saat 19:30 sıralarında, Balıkesir’in Susurluk ilçesi yakınlarında 20 RC 721 plakalı kamyona arkadan çarpmıştı.

MERCEDES KAZADAN SONRABir kere çarptığı sırada 200 km.nin üstünde sürat yaptığı belirtilen Mercedes arabayı takip etmek mümkün değil. MİT’te o arabayı takip edebilecek özellikte takip arabası yok. Belki ancak havadan takip etmek mümkün ama MİT’in öyle bir imkanı da yok. Zaten kendi korumaları bile kaza yapan Mercedes’e yetişememiş.

Kazadan sonra komplo teorileri üretenler, “arabanın fren sisteminin” uzaktan kumandalı bir cihazla bozulduğunu belirtmişlerdi. Böyle bir uzaktan kumanda sistemini kim gördü ise getirsin de başkaları da görsün. Arabayı kullanan Hüseyin Kocadağ’ın gaz pedalına basan ayağına da bu cihazı mı kumanda etti ki saatte 200 km.’nin üstünde sürat yaptılar?

Aşırı hızlı gittikleri ve Sedat Bucak’ın Hüseyin Kocadağ’ı bir kaç kez ikaz ettiği hayatta kalan tek tanık olan Sedat Bucak’ın ifadelerinde var. Kazanın sebebinin aşırı hız olduğu belli. Belki de uyuşturucu kullanımı da aşırı sürat ve kazaya neden olan bir faktör olabilir...

Diğer taraftan o tarihte eğer böyle bir fiziki takip faaliyetini yürütmüş olsaydık, kimden ve ne için saklayacaktık ki. O zaten bizim görev alanımıza giren bir faaliyetti.

Biz Abdullah Çatlı’yı ve Susurluk’un diğer faillerinin faaliyetlerini görevimiz icabı izliyorduk, ama fiziken takip ederek değil, bu faaliyetin içindeki veya yakınındaki haber kaynakları vasıtasıyla, teknik bazı çalışmalarla ve tetkik-tahkik faaliyetleri ile...

Daha önce resmi makamlara da bildirdim. Kazayı bir haber kaynağımız vasıtasıyla ilk haber alanlardan biri benim. O anda büromda çalışıyordum.

Benim hatırladığım kadarıyla İstanbul’da olan kaynağa da arka arabaların birisinde olan “Haluk Kırcı” telefonla bildirmiş ve “Reisi kaybettik” diyerek kazayı haber vermişti. Ancak Haluk Kırcı olay sırasında orada olmadığını belirtti. Ya “Haluk Kırcı” doğru söylemiyor, ya ben yanılıyorum, ya da haberi bildiren kaynak bana telefon eden kişinin ismini doğru vermedi. Bu konuda ısrarcı değilim. Haber doğru çıktığı için o tarihte de bu detayın üzerinde durmadım.

Bana haberi veren kaynak, kazanın henüz olduğunu, arabada bulunan Sedat Bucak, Hüseyin Kocadağ, Abdullah Çatlı ve kimliğini bilmediği bir kişi dahil hepsinin öldüğünü söylemişti. Sonradan milletvekili Sedat Bucak’ın ağır yaralı olduğu anlaşıldı.

Ben bu haberi alınca, polisten araştırmak işime gelmediği için Hürriyet Gazetesinde haberlerden sorumlu bir makamda olan bir dostumu aradım. Böyle bir kazadan haberi olup olmadığını sordum. O anda dışarıda ve gazeteye doğru gitmekte olduğunu, araştırıp beş on dakika sonra bana bildireceğini söyledi. Bir müddet sonra telefon etti ve bu konuda kendilerine bir bilgi gelmediğini söyleyerek “bu önemli bir konu, haber doğru mu?” diye sordu. “Benim aldığım bilgi bu şekilde, doğru olduğunu zannediyorum” dedim.

Aynı sıralarda Jandarma Albayı olan bir tanıdığım aradı ve o da kazayı haber verdi.

Kısa bir süre sonra gazeteci dostum haberi teyit etmek için tekrar arayınca biraz da bozuldum ve “ben niye sana yanlış haber vereyim” gibisinden sitem ettim. O bana devamlı olarak “ama bu çok önemli, çok önemli” deyip duruyordu.

Neticede benim olayı öğrenmemden kısa bir müddet sonra, önce benim haber verdiğim gazetenin televizyonu, sonra da diğer televizyonlar olayı kamuoyuna duyurdu.

Yani olayı basına duyuran benim ve bunu da saklamadım. Belki duyurmam çok isabetli de oldu. Duyulmasaydı her halde Mehmet Ağar’ın “Hüseyin Kocadağ aranan Abdullah Çatlı’yı yakalamış, İstanbul’a götürüyormuş” hikayesindeki gibi olay örtbas edilip, saklanacak, aksini söylesek de her zaman olduğu gibi “İki Mehmet’in çatışması”, “MİT-Polis çatışması” şeklinde sulandırılarak takdim edilecekti...

Susurluk Hakimi Sedat KaragülEmekli hakim Karagül “Korumaları Bucak’a, takip edildiklerini söylüyor. Kimin takip ettiği söylenmiyor. Polisler takip edildiklerinden şüpheleniyor; ama kimin takip ettiğini onlar da bilmiyor. Susurluk ile ilgili dosyaya ve olaylara genel olarak bakarsak, Emniyet’in takip etmediği belli. Benim tahminim, takip eden MİT, Susurluk dosyasını iyi incelersek, olaylar arasındaki bağı kurarsak, MİT’in takip ettiği gözüküyor. MİT Çatlı’nın kimliğini biliyordu. Kazadan sonra aniden televizyona çıkması, isminin öğrenilmesi bunun bir delilidir” demiş ve Sedat Bucak’ın konuşması için dokunulmazlığının kaldırılması gerektiğini, aksi halde konuşmasının mümkün olmadığını sözlerine eklemiş.

Sayın hakimin “MİT Çatlı’nın kimliğini biliyordu. Kazadan sonra aniden televizyona çıkması, isminin öğrenilmesi bunun bir delilidir” değerlendirmesi doğru.

Yukarıda da izah ettiğim gibi, MİT Kontr-Terör Başkanlığı, “Kanunları ve güvenliği korumakla görevli kişilerin, ülke menfaatine hizmet ediyor görüntüsü altında kontrol dışı suç örgütleri oluşturdukları ve bu şekilde maddi ve politik güç kazandıkları” görüşüyle Abdullah Çatlı’nın da içinde bulunduğu grubun faaliyetlerini hassasiyetle izliyordu.

Sadece bu grubu değil, imha gücü yüksek silahlarla yakalanan Söylemez Çetesi, Çakıcı Çetesi gibi organize suç örgütlerini, Engin Civan’ın vurulması, Ömer Lütfü Topal, Nuriye Uğur Kılıç (Çakıcı) ile Asgar Smitko ve Lazım Esmaeili’nin öldürülmeleri ve Tarık Ümit’in kaçırılması gibi olayları da aynı hassasiyetle inceliyor, izliyordu.

Bu çalışmalara bir örnek vermek gerekirse; MİT Kontr-Terör Başkanlığı, 1995 yılı içinde Abdullah Çatlı dahil bu tip faaliyetler içinde olan kişi ve kuruluşlara ait 25 ayrı telefonunun 1994 -1995 yılları içerisinde farklı dönemlerini içeren görüşme dökümlerini, aranan telefon numaralarına ait abone bilgileriyle birlikte, toplam 1756 aboneye ait 9512 görüşme bilgisini, özel bir bilgisayar programı vasıtasıyla inceleyerek ikili ve çoklu telefon ilişkileri ortaya çıkarttı, fiş kaydına rastlanan şahıslar için 755 sayfa tutarındaki 3468 adet fiş kaydını inceledi ve benzerliği bulunan 1101 isim için fiş tetkiki yaptı ve bunlardan 495'i için aynı kişi adına açılmış fiş kayıtlarına rastladı. Durumları önemli görülen kilit şahıslar hakkında tetkik tahkik çalışmaları yaparak bu telefon abonelerinin kimlik bilgilerinin derlenmesine ve gerçek telefon kullanıcıları olup olmadıklarının tespitine çalıştı. Önemli veriler elde edilen bu çalışma Nisan 1995’te sonuçlandırdı.

Bu çalışmalar meyanında zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu’na Alaattin Çakıcı’nın İstanbul’da önemli bir eylem hazırlığında olduğunu biz haber vermiştik. Kemal bana “Benim bulunduğum yerde Alaattin bir eylem yapamaz” demişti ama bir müddet sonra Bebek’te Nurullah Tevfik Ağansoy cinayeti işlendi.

Keza Ömer Lütfü Topal’ın cinayetinde yer aldığı belirtilen Özel Timci polislerle ilgili bir bilgi notunu da İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu’na özel bir kurye ile göndermiştik. Telefonlarımız dinlendiği için bilgileri kurye ile yollamayı tercih etmiştim.

06 AC 600 plakalı Mercedes kazadan sonraMİT Kontr-Terör Dairesi, 04 Eylül 1996 tarihinde MİT Bölge Başkanlıklarına bu faaliyetler ile ilgili, -bir bölümü “İkinci MİT Raporu” diye Aydınlık Gazetesinde yayınlanan- uzun bir kripto yollayarak “Hedefleri, çıkar ilişkileri ve karşı koyma imkanları itibariyle değişik mücadele yöntemleri gerektiren ve gittikçe kontrolden çıktığı gözlenen bu yeni terör olgusunun başkanlıklarca dikkatle izlenerek elde edilen bilgilerin gönderilmesini” istedi.

Yani MİT, 03 Kasım 1996 tarihindeki kazadan çok önce Abdullah Çatlı’nın içinde bulunduğu faaliyeti biliyor, izliyordu.

Bu bilgilerin TBMM Susurluk Komisyonu ve soruşturmayı yürüten mahkemelere intikal etmemiş olması tamamen MİT Müsteşarlarının sorumluluğundadır ve tarih bir gün neyin doğru neyin yanlış olduğunu, kimin görevini doğru yapıp, kimin Susurluk’un üzerini örttüğünü anlayacaktır.

Sayın hakim Karagül’ün Abdullah Çatlı’yı “Emniyet’in takip etmediği” değerlendirmesi de bir anlamda doğru. Emniyet teşkilatı Çatlı’yı takip etmiyordu ama Çatlı’nın Emniyet içindeki ortakları onu dikkatle izliyorlardı. Zira o tarihte Abdullah Çatlı ile polisteki dostları parasal ilişkilerden dolayı birbirlerine düşmüşler, kanlı bıçaklı olmuşlardı. Mehmet Ali Yaprak’ın kaçırılması, Abdullah Çatlı’nın evinin önünde el bombası bulunması ve Abdullah Çatlı’nın son günlerdeki tedirginliği bu çekişmelerle ilgilidir.

Ben Abdullah Çatlı’yı iki kez gördüm. Birincisi 1988 yılında emekli olduğum bir dönemdeydi. Korkut ile İstanbul’daydık, Bebek’te annemin evinde kalıyorduk. Diyarbakırlı, eski bir öğretmen olan Cuma Yavuz diye bir dostum vardı, genç yaşta rahmetli oldu (Eymür’ün Aynası isimli kitapta Bebek Camii’nin imamı olarak belirtilen kişi). Cuma Hoca, Diyarbakır’da solcularla mücadele etmiş ve daha sonra hayati tehlike dolayısıyla Diyarbakır’ı terk edip İstanbul’a yerleşmişti. Dini inançları kuvvetli, ağzına içki koymayan, temiz efendi bir insandı. Bir süre Çocuk Esirgeme Kurumu’nda görev yaptı. Bir gün Cuma Hoca telefon edip “Ağabey Boğazda bir yemek yedirecek misin?” diye sordu. “Tabii gel” dedim. “Yalnız bir arkadaşım da var” demesi üzerine “Olsun, istersen başka arkadaşlarını da al gel” diye cevapladım.

Neticede Küçük Bebek’te, deniz üzerindeki Güneş lokantasında buluştuk. Cuma Hoca’nın yanında gelen Abdullah Çatlı idi. Tanışma faslından sonra yemeğe oturduk.

Yemek sırasında Abdullah Çatlı ile tartıştığımızdan tatsız bir gün geçirdik. Tartışmayı Abdullah Çatlı başlatmış ve bana “Siz hep bizim aleyhimizde oldunuz” demişti. Belli ki MİT’ten bazı tanıdıkları ona benimle ilgili bilgiler aktarmışlardı. Benim cevaben “Benim Ülkücülere karşı bir tavrım yok, hatta onların Türkiye’de bir misyona hizmet ettiklerini düşünüyor ve sempati ile bakıyorum. Ancak, Bulgaristan’la iç içe olan ve solcusu ile Kürt’ü ile işbirliği halinde uyuşturucu kaçakçılığı yapanları ben Ülkücü olarak görmüyorum, ayrıca bu konu ile mücadele benim görevimdi” demem onu hayli kızdırdı. “Bizim yurt dışında hangi şartlarda olduğumuzu biliyor musunuz? Devletin yanında yer alıp yaptığımız mücadeleye karşın devlet bizi solculardan daha fazla cezalandırdı, arkadaşlarımız işkenceye tabi oldu, yurt dışında yaşayan arkadaşlarımız beş parasız, aç ve sefalet içinde. Sizin hoşunuza gitmese de bizim arkadaşlarımızı yaşatmak için bazı faaliyetleri yürütmemiz gerekiyordu” gibi laflarla tepkisini ortaya koydu. Yani “biz böyle bir şey yapmadık, bu iftiradır” gibi bir savunmaya girmedi.

Neticede pek uzun sürmeyen tartışmalı bir öğlen yemeğinden sonra ayrıldık. Cuma Hoca da emrivaki yapıp, Çatlı’yı getirdiği ve tatsızlığa neden olduğu için çok üzüldü.

Abdullah Çatlı ile ikinci görüşmemiz, Tarık Ümit’in kaybolması ve Çatlı’nın Emniyet’teki dostları ile arasının bozulmasından sonra oldu.

Haluk Kırcı’nın da beyanlarında değindiği bu görüşme için talep Çatlı tarafından geldi. Daha doğrusu Çatlı ile görüşmemi, görüşmenin de ötesinde Çatlı’nın MİT’le çalışmasını isteyen İstanbul Eski Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’dı. Bu talebi müşterek bir tanıdık vasıtasıyla iletti. Ayrıca Çatlı’ya yakın olan bazı elemanlarımızdan da aynı yolda bir talep geldi.

Anladım ki Polis’le arası bozulan Çatlı, kendisine korunacak yeni bir çatı arıyordu. Tabii ki bu çatı biz olmayacaktık. Yine de Tarık Ümit hakkında ve diğer konularda kendisinden bir bilgi alabilirim düşüncesiyle görüşmeyi kabul ettim.

Çatlı ile Ankara’da teşkilata ait bir evde kısa bir görüşme yaptık. Tedirgindi ama bunu belli etmiyor, rahat davranmaya çalışıyordu. Ben kendisine Tarık Ümit’in ne olduğunu sordum. Bana “Tarık Ümit’in kaybolması ile benim herhangi bir alakam yok. Kimin yaptığını bilsem de söylemem” dedi. Doğru söylemediğini düşünüyordum. Bu cevabı aldıktan sonra daha fazla konuşacak bir şeyimiz yoktu. Video kaydı ile dokümante ettirdiğim bu kısa görüşmeye son verip ayrıldık.

Evet, MİT’in Mercedes arabayı takip ettiği, Mercedes’in fren sisteminin uzaktan kumandalı bir aletle bozulduğu, Susurluk’ta Mercedes araç kamyona çarpmasaydı arabanın 200 metre ileride bulunan birileri tarafından taranacağını iddiaları ile bizim hiç bir ilgimiz yok. Devlet adına ve görevimiz gereği mücadele ettiğimiz kişiler bizi düşman gibi görseler de, biz kimseyi kişisel bir düşman gibi algılamadık. O bakımdan Abdullah Çatlı’yı yok etme gibi herhangi bir düşüncemiz de olmadı.

Esasında benim düşüncem, Abdullah Çatlı’nın Ankara’ya bir gelişinde sessiz sedasız alınarak sorgulanması ve bir çok olayın aydınlatılarak adli makamlara tevdi edilmesiydi. Onun Ankara’ya gelişlerinden ve nerede kaldığından haberimiz oluyordu. Bu konuda bir planlama da yapmış ve sorgu için kimsenin bilmediği özel bir yer hazırlatmıştım. Ancak, Müsteşar “Çatlı’nın silahlı olduğunu, çatışma çıkabileceğini ayrıca Çatlı’nın arkasında siyasi destek bulunduğunu” belirterek bu önerimi reddetti. Bana kalırsa birçok yargısız infaz olayına katılan Çatlı için o anda görevde bulunan askerlerin de nasıl bir tepki vereceğini pek kestiremiyordu. Hiç bir ihtilafın çıkmayacağını, Türkiye’nin bu konularda en iyi eğitilmiş personelinin Kontr-Terör Merkezi bünyesinde bulunduğunu, Çatlı’yı sessiz sedasız kimsenin haberi olmadan alabileceğimiz konusundaki teminat ve ısrarım da netice vermedi ve sonuçta bu plandan vazgeçtik.

Belki Müsteşar çekingen davranmayıp bu öneriyi kabul etseydi, bu gün karanlıkta kalan bir çok husus ortaya çıkacak, bir müddet çalkalansa da yaşadığımız Türkiye bir başka, Abdullah Çatlı da hayatta olacaktı...

Beni aşan nedenlerle iyi mücadele edemediğimiz için üzgünüm. Ancak üzerime düşen görevleri doğru ve kanunlara uygun bir şekilde yaptım, Susurluk’un aydınlatılması için risklerini de alarak ve bütün şartları zorlayarak resmi makamlara olabildiğince yardımcı oldum. Vicdanen rahatım.

Devlet, devletliğini göstersin ve biraz da Mehmet Ağar’ın, Sedat Bucak’ın, olayla ilgili olan ve sorumlu makamlarda bulunan kişileri konuştursun.


Yoksa yeni Susurluk’lar da, komplo teorileri de hiç bitmeyecek...