Hastalıklar 03
[ 17/8/2002 - 13:48 ]  By Atin  anadolu@atin.org

Kendi kendine bize savaş açan Doğan Yurdakul ve onun Dündar Abi’sine devam etmeden önce, talebimizi kırmayan ve onu fiziken de tanımamız için Web sayfasında resimlerini yayınlayan “Empati Kurbanı”...

Kendi kendine bize savaş açan Doğan Yurdakul ve onun Dündar Abi’sine devam etmeden önce, talebimizi kırmayan ve onu fiziken de tanımamız için Web sayfasında resimlerini yayınlayan “Empati Kurbanı” İbrahim Aksoylu’ya teşekkür ediyoruz.

Yandaki resim ona ait.

Kabul etmek lazım ki İbrahim yazısında fiziki tarifini yaparken kendine biraz haksızlık etmiş.

Esasında son derecede düzgün bir fizyonomisi ve itimat telkin eden bir yüzü var.

İbrahim ayrıca yazımızın yorumlarına da katılmış ve “Ben Mehmet Eymür’ü hiç dava etmedim” demiş.

İbrahim etmedim diyorsa doğrudur. Herhalde biz başka birisi ile karıştırdık. Kusurumuza bakmasın...

Gelelim Doğan Yurdakul’a...

O da bize, daha önceleri de yaptığı gibi bir e-posta yollamış.

Mektup şöyle:


“Sayın Eymür,

“Hastalıklar” başlıklı yazılarınıza konu olan ve Max dergisinde yayınlanmış olan röportaj, genç ve deneyimsiz bir muhabirin teypten yanlış deşifre etmesi sonucu tamamen kastımın dışında ve hiçbir şekilde bana ait olmayan ifadelerle dolu olarak çıkmıştır. Muhabir hanım deşifre ettiği metni yayınlanmadan önce bana gönderdi ve düzeltilmesini istedi, ben de düzelterek bu mesajıma eklemiş olduğum metni kendisine gönderdim, ama ne yazık ki dergide yine de onun yazmış olduğu ilk ve benim düşüncelerimi yansıtmayan metin yayınlandı. Ekli metinden de anlaşılacağı gibi ne başlıktaki ‘zibidi’ sözü, ne de kapakta yer alan sözler benim ağzımdan çıkmış değildir. Beni derinden üzen ve gerçek düşüncelerimi yansıtmayan bu yayın nedeniyle başkaları yapmış olsa bile sizden özür dilerim.

Böyle bir metin karşısında (şahsıma yönelttiğiniz hakaretler hariç) göstermiş olduğunuz tepkiye karşı söyleyecek bir şeyim olmadığını da belirtmek isterim. Şunu da kesinlikle ve mutlaka bilmenizi isterim ki, benim sizinle kişisel hiçbir sorunum yoktur ve olması da düşünülemez. Kitabımı okuyacak olursanız “Ölünceye kadar mücadele” sözünün de bana değil, Dündar Kılıç’a ait olduğunu göreceksiniz.

Bununla birlikte, Dündar Kılıç hakkında ölümünden sonra söylenmiş olan “Hapisten çıktıktan sonra bıraktığı yerden devam etti ve yine ‘Sayın Dündar Kılıç’ olarak cemiyetteki yerini aldı. Cumhurbaşkanı eşlerine, oğullarına hizmet verdi. Neticede hastalanarak, arkasında bir sürü cinayetle dolu kirli bir hayat bırakarak öldü. O da ayrı bir roman kahramanı oldu” şeklindeki sözler size aittir ve Atin.org sitesinde 26.11.2001 tarihinde yayınlanan bir yazıdan aynen iktibas edilmiştir. Bu sözlerinize karşı yorumum ise Abi-2 kitabının 270’inci sayfasında yer almaktadır, söz konusu röportajda buna ek bir şey söylemiş değilim.

Sizin “istihbaratçı olmaktan çok dezenformasyon uzmanı olduğunuz ve yazdığınız raporların teyit edilmemiş bilgilere dayandığı” yolundaki düşüncelerim kitabımda da vardır, o röportajda da söylenmiştir. “Hastalıklar-2” başlıklı yazınızda benimle ilgili yazdıklarınızın bu düşüncelerimi bir kez daha doğrulamış olmasından da ayrı bir memnuniyet duydum.

Şöyle ki;

Benim özel hayatımla ilgili “istihbaratınızın” yarıdan fazlası yanlış ve eksik bilgilere dayanıyor. MİT’te ve dolayısıyla zat-ı âlinizde “dosyalarım” olduğunu tahmin etmem için müneccim olmama gerek yoktu! Ama doğrusu bu dosyaların içeriklerini merak etmiyor da değildim. Sayenizde bunların içlerinin boş olduğunu, çeşitli zamanlarda işkenceyle alınmış MİT ve polis ifadelerimden ibaret olduklarını öğrenip bu merakımdan kurtulmuş oldum! Benimle ilgili olarak yazdıklarınız da, her zaman yaptığınız gibi teyit edilmemiş, bir-iki dergiden öğrenilmiş ve kulaktan dolma (kim olduklarını çok iyi bildiğim size yakın bir-iki gazeteciden duyulmuş) fısıltılara dayanıyor. Böylece gerçek bir istihbaratçı olmadığınız ve “hariçten gazel okuduğunuz” yolundaki kanımı da yine kendiniz doğrulamış oluyorsunuz! Alanya’da evim olup olmadığını öğrenmek için sizi “bilgilendirenlere” değil, tapu dairesine sormanız yeterdi.

Aydınlık dergisine açtığım davayı kazandım; yani “Reis” ve “Bay Pipo” hakkında bu derginin yalan yazdığı mahkeme kararıyla saptandı. Ama sizin için önemli olan bu iki kitabın gördüğü ilgiye gölge düşürmek olduğu için gerçekleri araştırmak yerine, sözüm ona “yazdıkları hiçbir şeye inanmadığınız” bir derginin kanıtlanmış yalanlarını (büyük olasılıkla bildiğiniz halde) tekrarlıyorsunuz; böylece hakkınızdaki görüşlerimi biraz daha güçlendirmiş oluyorsunuz.

Kemal Derinkök’ün “devletin sırlarını ifşa ettiğim” nedeniyle suç duyurusunda bulunması üzerine açılan soruşturmada savcılık “Derinkök’le ilgili yazılanların devlet sırrı olmadığı” gerekçesiyle takipsizlik kararı verdi. Tazminat davası ise sürüyor, üstelik ben ona sizin gibi “Abdi İpekçi cinayetiyle bağlantılı karanlık iş adamı” bile dememiştim! Sadece kendisiyle ilgili Nuri Gündeş’in hazırladığı bir raporu hasır altı etmesi için Mehmet Ağar’a rüşvet teklif ettiğini yazmıştım!

Bu bir-kaç örneği, bir tek yazıda kaç tane “yanlış bilgilendirme” yaptığınızı, davaları sonuçlarıyla birlikte vermek yerine şüphe yaratmak için sadece açılma nedenlerini kullandığınızı belirtmek için veriyorum.

Bu mesajı ise “hastalıklar” tefrikanızın devam edeceği anonsu üzerine, bundan sonrasını belki belgeleri ve kitapları okuyarak yazacağınız umuduyla gönderiyorum.

Saygılarımla.

Doğan Yurdakul
28.07.2002
EK: Max dergisine gönderdiğim ve yayınlanmamış olan düzeltme”



Nasılda demagoji yapıp yan çizmiş ve pası “deneyimsiz bir muhabire” atmış...

Meydanı boş bulunca ağzına geleni söyleyip, istediğini yazacaksın, sıkışınca suçu başkalarının üzerine atacaksın.

Atin’de “Bay Pipo”da, daha ziyade yazarların kişisel görüş ve yorumlarına dayanan ve kasıt dolu ifadelerle ilgili değerlendirme yaparken bundan ziyadesiyle rahatsız olmuş ve bana 05 Mart 2000 tarihinde “Web sitenizde kitabımızı konu alan ve eski pehlivan tefrikalarını andıran yazı dizinizi sonuna kadar beklemek niyetindeydim. Ancak, 545 sayfalık kitabın henüz 91’inci sayfasına gelebilmiş olduğunuz için, hem kendinize hem de başkalarına çektirdiğiniz bu eziyetin daha çok uzun süreceği anlaşılıyor. Bu bakımdan size bir iyilik yapıp düşüncelerimi şimdiden iletmeye karar verdim.” şeklinde başlayan bir mektup yollamıştı.

Zaman zaman ukalaca bir üslup taşımasına rağmen genelde nezaketle yazılmış bir mektuptu ve bende görüşlerimi aynı nezaketle kendisine bildirdim.

Bundan sonra bir kaç mektup daha yolladı. Bunlar medeni ve dostane bir tarzda yazılmış mektuplardı. Bunu bir nevi pişmanlık belirtisi olarak algılayarak “Bay Pipo” ile ilgili tenkitlere son verdim.

13 Mart 2000 tarihli mektubu şöyleydi:

“Sayın Eymür,

Yanıtınızı aldım, hatta yeni bir mektup da hazırladım, ancak acele Ankara'ya gelmem gerektiği için gönderemedim, yarın Mersin'e dönünce göndermeyi düşünüyordum ki (unutmuşsam özür dilerim ben iki yıldır Mersin'de oturuyorum ve çalışmalarımı orada sürdürüyorum) Ankara'da bir arkadaşın bürosunda mail-box'ıma bir bakayım dedim, mesajınızla karşılaştım.

Ankara öylesine kazanların kaynadığı bir yer ki, insan istemese bile bir yığın şey (çoğu dedikodu olmak üzere) öğreniyor, evime dönüp size yazacağım zaman bunlardan da ilgileneceğinizi sandıklarımı
aktarmaya çalışacağım. Ama gittiğim her yerde baş konular olarak sizin web sitenizi ve bizim kitabımızı duymaktan neredeyse usandığımı söyleyebilirim.

Benim mesajlarımı birkaç kez almanız, gönderdiğim her seferinde geri geldiğinden telaşa kapılıp bir daha çekmiş olmamdan kaynaklanıyor. Ben de teknolojiye bu kadar ayak uydurabiliyorum.

Saygılarımla,

Doğan Yurdakul”



Doğan Yurdakul 15 Mart 2000 tarihli mektubunda ise şöyle diyordu:

"Sayın Eymür,

Ankara’dan döndüm, tam size yazmaya başlamıştım ki, NTV’den (sabah haberlerinde) sizin Kanal-7’de çıkan röportajınızın bir özetini verdiler. Biz burada Kanal-7’yi alamıyoruz, ben ve benim gibi izleyemeyenler için tam metnini sitenizden yayımlamanızı rica edebilir miyim?

Ankara’da bilindiği gibi gündemin birinci maddesi haliyle cumhurbaşkanı seçimi olmakla birlikte, uğradığım yerlerde sizin web sitenizden ve bizim kitabımızdan da söz ediliyordu. Bazı deneyimli politikacıların ve gazetecilerin (biri sizin aranızın bazen iyi, bazen şekerrenk olduğu, şimdi nasıl olduğunu bilmediğim –şu anki yönetimle kavgalı olduğu için iyi olabileceğini düşündüğüm- Hiram Bey’i tanıdığı için kitabımıza sizinkilere benzer eleştiriler yönelten çok eski bir arkadaşım) olduğu bir toplulukta bulundum.

Sizin yazdıklarınız konuşulurken neden böyle yaptığınız tartışma konusu oldu. Arkadaşım sizin mücadelenizi anlattı. Konunun “uzmanlarından (!)” sayıldığım için bana da fikrim soruldu.

(Burada izninizle geniş bir parantez açarak biraz kendimden söz etmek istiyorum. 1998’de aktif gazeteciliği bırakıp kitap yazarak ve çeviri yaparak yaşantımı sürdürmeye karar verdiğimde niyetim roman yazmaktı. İçinde polisiye olayların da geçtiği tarihsel içerikli romanlar. Başlayıp bitiremediğim birkaç tane vardı, onları bitirmek istiyordum.

Başka tarih çalışmalarım da vardı, eniştem Doğan Avcıoğlu’nun tamamlayamadan vefat ettiği Türklerin Tarihi’ni, ondan bana kalan notlardan da yararlanarak bitirmek istiyordum. Ama Susurluk’tan sonra gerek yönetmeni olduğum Siyah Beyaz gazetesinde, gerekse daha sonra Ankara Temsilcisi olduğum 32’inci gün programında eskiden kalma birikimimin de olduğu bu konuyla ilgili yaptığım titiz ve ciddi yayıncılık, ortalığı saran palavra yarışı arasından temayüz etti.

Durum böyle olunca, benden yirmi yaş genç olmasına rağmen iyi anlaştığım mesai arkadaşım Soner Yalçın’ın Çatlı’yı yazma önerisi emeklerimin boşa gitmemesi açısından cazip geldi. Ve bildiğiniz gibi Reis’i yazdık. İşte o gün bu gündür adımız “karanlık olayların uzmanı”na çıktı ve yakamızı bırakmıyor.

Konuyla ilgili bir-iki kitap projem daha var, kısmetse onları da bitirip esas çalışma alanıma döneceğim.) Evet, konuyla ilgili fikrim sorulunca ben de o arkadaşımı destekler mahiyette ve bana yazmış olduğunuz mektuba göndermeler yaparak “tasvip edilsin veya edilmesin sizin belli bir mücadele içinde” olduğunuzu anlattım.

Söylemek istediğim şu ki, “gözlerimi kapadığımı” belirttiğiniz konuya karşı ilgisiz değilim. Bunun dışında Başkent kulislerinde Fatih Altaylı ilgili değerlendirmeleriniz, veya Alaattin Çakıcı, Erol Evcil, Mesut Yılmaz , Uğur Dündar, Tuncay Özkan, vs. konuları da konuşuluyor.

Bu arada MİT mensuplarının harıl harıl Yalçın Küçük okuduklarını duydum, bana doğal geldi, çünkü son kitabı “Aydınlık Zindan” da, çok fazla ünlü kişi hakkında çok fazla dedikodu var !

Ankara’ya gitmeden önce size bir cevap yazmış ama gönderememiştim. Ona bu girişi yapmayı uygun buldum.

Saygılarımla.

Doğan Yurdakul”



Demek 2000 yılında bizim “belli bir mücadele içinde” olduğumuzu vurgulayıp bize samimi mektuplar yollayan Doğan Yurdakul, 2002 yılında “dezenformasyon uzmanı” olduğumuza karar vermiş.

Hasta...

En azından hafif ve bayağı bir tarz...

Dündar Abi’si aklına gelince birden düşmanlığı depreşmiş...

Ne imiş, Alanya’da ev almamışta ben “Alanya'da ev almış” diye yazmışım. Bu benim “dezenformasyon uzmanı” olduğumun ispatıymış..!

Kitabının, sadece ikinci bölümü, Abi 2 daha yeni elime geçti.

Kitabın ilk sayfası şöyle başlıyor:

“Bu kitabın hazırlanması için anılarını aktarmak inceliğinde bulunan Kılıç ailesinin değerli üyelerinden....”

Ve başta Kılıç ailesi mensupları” olmak üzere iki sayfalık bir isim listesi...

Bir suç abidesini, iki ciltlik kitapla yardımsever bir roman kahramanına çevirmek için ne kadar para aldı acaba?

Tam bir rezalet, yaşadığı toplumlara faydalı düzgün insanlar, iyi vatandaşlar açısından üzüntü duyulacak bir örnek.

Suçu, suçluyu özendiren bir ibret vesikası...

Toplumsal ahlak, etik değerler açısından bir yüz karası.

Devam eden sayfalarda doğrudan Mehmet Eymür’e saldırılara başlamış.

Hiç bir mesnede dayanmayan, adice saldırılar:

“Tarık Ümit de Eymür'e yeraltı dünyasından verdiği bilgiler karşılığında suçlarına göz yumulan muhbirlerden biriydi. Kimliğini gizleyerek Dündar Kılıç ile ortaklıklar kurmuş, bazı şirketlerine müdür olmuştu.”

Birincisi Tarık Ümit Mehmet Eymür’ün muhbiri değil, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın elemanıydı. Milli İstihbarat Teşkilatı merkezi sistemle çalışan bir teşkilattır ve kişilerin şahsi elemanları, şahsi muhbirleri olmaz. Eleman kullanma işleri dahil her tür faaliyet belli bir prosedür ve en üstteki dahil yönetici kadrosunun bilgisi ve onayı ile yapılır.

İkincisi Tarık Ümit’in MİT’le çalıştığı dönemde göz yumulan bir suçu yoktur. Zaten olsaydı yazar bu suçları açıkça belirtirdi. Yazarın amacının belgeleriyle bir olayı ortaya koymak değil, birilerini karalarken, bir diğerini aklamak olduğu açıkça belli.

Kitaptan diğer bir örnek:

“Alaattin Çakıcı Şişli Ülkü Ocakları sorumlusu olarak tutuklanmış, 1982'de tahliye olmuştu. Hapisten çıktıktan sonra hemşehrisi ve babasının arkadaşı olan Dündar Kılıç'ın himayesini görmüştü. Daha sonra ülkücü arkadaşlarını çevresine toplayarak önce kumar borcu tahsilatına, daha sonra da çek-senet tahsilatına girişmişti (5). Çakıcı'nın bazı sinemacı dostları vasıtasıyla magazin dünyasına da yakın olması, Eymür ekibinin ilgisini çekmiş ve ilk ilişkiler bu nedenle ve o zamanlar kurulmuştu.”

Ne de güzel takdim ediyor bizi...

Sanki Alattin Çakıcı muhabbet tellalı, biz de uçkurumuza çok düşkün bir adamız da ondan dolayı tanışmışız...

Ve Alaattin sayesinde bütün sinema ve magazin dünyası ile içli dışı olmuşuz.

Atin’de, Alaattin Çakıcı ile ilk temasların MİT İstanbul Teşkilatınca yapıldığını, yazışmanın tarihini de vererek açıkça belirtmiştik. Atin’i iyi bir şekilde takip ettiği kendi yazılarından da anlaşılan yazarın bunu okumamış olması mümkün değil. Buna rağmen ısrarla “Çakıcı'nın bazı sinemacı dostları vasıtasıyla magazin dünyasına da yakın olması, Eymür ekibinin ilgisini çekmiş ve ilk ilişkiler bu nedenle ve o zamanlar kurulmuştu.” demesi tamamen kasıt unsuru taşıyor.

Gerçi adam pişkin...

Yakında bunları ben söylemedim, basımda dizgi hatası olmuş derse şaşırmayın...

Maksatlı ifadeler devam ediyor:

“Mehmet Eymür, 9 Şubat 1984'te Genelkurmay Başkanlığına başvurarak Dündar Kılıç ve Behçet Cantürk'ün gözaltına alınarak sorgulanmaları. tutuklu bulunan Abuzer Uğurlu'nun da sorgulanması için izin istedi. Genelkurmay 20 Şubat 1984'te bu izni verdi."

Yalanın büyüğüne, resmi olayları kişiselleştirme şekline bakın...

Sanki Mehmet Eymür kendi başına bir teşkilat.

Genelkurmay’a başvuruyor ve kriminal suçluları sorgulamak için izin istiyor.

Genelkurmay da bu izni veriyor...

Ben bu adama hasta demekte haksız mıyım?

Mehmet Eymür “dezenformasyon uzmanı” değil ama, Doğan Yurdakul’un “dezenformasyon hastası” olduğu açık.

Ne ise şimdilik Abi 2 kitabının ilk sayfalardan bu kadar örnek yeter.

Kitabın tamamını okuyup bitirince, tam bir değerlendirmesini yapacağız.

Gelelim Doğan Yurdakul’un “Robin Hood”u Dündar Kılıç’ın kısa bir kimliğine.

Dündar Kılıç, Trabzon’un Sürmene Başdamar Köyünde 1935 yılında doğdu.

Babası İshak Kılıç, fındık ve çay üreticisiydi.

Aile 1942 yılında Ankara'ya yerleştiğinden Dündar Kılıç’ın çocukluk ve gençlik yılları burada geçti.

Ortaokulu zar zor bitiren ve Ankara umumhanesi ve çevresinde “torbacılık” yapan Dündar Kılıç, 1960'lı yıllarda, 25 yaşındayken Ankara kumarhanelerinden haraç toplamasıyla adını duyurdu.

Aynı yıl o bölgelere hakim olan Kürt Cemali ve adamları ile kapıştı. Kürt Cemali’nin öldüğü bu silahlı çatışmada Kılıç da yaralandı. Kılıç bu olaydan dolayı 3 yıl hapis yattı

Kürt Cemali’yi öldürmesi, Dündar Kılıç’ın yeraltı dünyasında isim yapmasını sağladı. Ancak Kılıç takip eden yıllarda Kürt Cemali’yi kendisinin değil, Mehmet isimli kabadayının öldürdüğünü, ancak Mehmet’in ağabeysinin cinayet masası şefi olması sebebiyle cinayeti kendisinin üzerine yıktıklarını söylüyordu.

Kürt Cemali olayından sonra karşı tarafın intikamından korkan aile 1964 yılında İstanbul’a taşındı.

İstanbul’da şöhreti arttı.

Üç cinayet, 35 yaralama olayına adı karıştı. Bunlar bilinen ve tespit edilenler. Bir de bunun 4-5 katı bilinmeyen ve örtbas edilen kısmı var.

Gasp, haraç, kumar oynatma, silah-uyuşturucu kaçakçılığı, piyasaya sahte senet sürme, gümrük kaçakçılığı, saç-demir ve çelik boru kaçakçılığı gibi her çeşit suça katıldı, bu suçlardan işlem gördü.

Emniyette 22 kaydı bulunan Kılıç, 64 yıllık yaşamının 26.5 yılını cezaevlerinde geçirdi.

Cezaevlerinde sol görüşlü mahkumlarla yakın diyalogunu cezaevi dışında da sürdürdü. Aranan Dev-Sol üyelerini barındırdığı ve Paşa Güven gibi solcu teröristlerle işbirliği yaptığı için ‘‘Solcu Baba’’ olarak tanındı.

İhtilalci General Cemal Madanoğlu, Yazar Yaşar Kemal, Dr Turhan Temuçin gibi tanınmış solcularla dostluğunu devam ettirdi.

Gayrimeşru yollarla büyük paralar elde etti. Kömür, kum, reklam ve filim şirketleri işletti. Cem Reklamcılık A.Ş., Ajans Artı Reklam işleri, Novomatic A.Ş., Şan Madencilik Ltd., İnter Kombine Dış Ticaret A.Ş., Colt Poligon Ltd., Cem Madencilik, Pollyflame ve Zippo Türkiye Temsilciliği gibi şirketlerin sahibiydi.

15 Ağustos 1972'de Diyarbakır ve Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından THKO örgütüne yataklık yapmaktan yakalandı.

12 Eylül sonrasında 28 Ekim 1980'de silah ve mermi kaçakçılığından dolayı gözaltına alındı.

6 Mart 1983’te Genelkurmay’da 2. Başkanın Başkanlığı’nda yapılan bir toplantıdan sonra silah, sahte para ve elektronik kaçakçılığınla ilişkili olduğu belirtilerek durumunun Emniyet Genel Müdürlüğü ve MİT Müsteşarlığı’nca ele alınıp sonuçlandırılması talimatı verildi. Bu talimat çerçevesinde yapılan çalışmalar ve Dündar Kılıç’la ilgili olarak Cumhurbaşkanlığı makamından gelen diğer bilgi ve talimatlardan sonra Dündar Kılıç yakalanarak gözaltına alındı ve 1-25 Mart 1984 tarihleri arasında MİT'te sorgulanarak Ankara Sıkıyönetim Mahkemesine tevdi edildi, yargılanması neticesinde 5 yıl hapis yattı.

Kendisi aleyhine şahitlik yapan Tarık Ümit’i yeğeni Zekeriya Ülkücü’ye ağır yaralattı.

Banker Bako, Banker Kastelli ile işbirliği yaptı. Kastelli’nin senetlerinin tahsili işleriyle uğraştı.

1994 yılında kızı Uğur Çakıcı ile birlikte 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın eşi Semra Özal'ın ricasıyla Engin Civan’ın vurulması ile neticelenen, Selim Edes-Engin Civan anlaşmazlığında aracılık yaptı.

1991 Mayıs ayında Trabzon’da Alaattin Çakıcı ile evlenen kızı Uğur Kılıç’ın gayriahlâkî yaşantısı dolayısıyla, Alaattin Çakıcı’ya kızını öldürme onayı verdi. Çakıcı bu konuşmayı banda alarak gazete ve televizyonlarda yayınlattı.

Alaattin Çakıcı’dan ayrılmış olan Uğur Kılıç 20.01.1995 tarihinde Bursa Uludağ Kervansaray Oteli’nde, Alaattin Çakıcı’nın adamları olduğu iddia edilen kişilerce öldürüldü.

10 Ağustos 1999'da İstanbul'da geçirdiği kalp krizi sonrasında ölen ve üç evlilik yapan Kılıç'ın ilk evliliğinden olan en büyük çocuğu Uğur Kılıç’tı.

Uğur’un dışında, Hülya Sarı, Fatma Güner, Cenk, Ergun, Dünay Kılıç adında beş çocuğu daha var.

Öldürme ve yaralama olaylarına karışan oğlu Cenk Ali Kılıç ve torun İsmail Onur Bizerdik onun yolunda devam ediyorlar.


Evet, size zaman zaman toplumumuzun gündemini işgal eden hastalıklardan ve hastalardan bazı örnekler verdik.

Uyuşturucudan Susurluğa dizimizin 51.nci dizisinde adı geçen ve uzun süre resmi makamları ve adaleti yanıltarak yönlendiren Abdullah Argun Çetin de bu tiplere somut bir örnek.


Ancak en tehlikelileri bu kültürlü ve entelektüel geçinenleri...